26 Eylül 2011 Pazartesi

Var mı?

Sizde;
  • Yazdığı kısır tarifine “Sen bunu okuduğunda ben çok uzaklara gitmiş olacağım!” diye başlayan
 
 KARDEŞ

  • “Sence Banu Alkan neden artık söz yazıp, şarkı yapmıyor?” diye soran,
  • Aynı gün içinde ikinci kez ava gitme planları yapan


  • Boynunuz tutulduğu için yataktan kalkamayışınızı farklı yorumlayıp, içeride baygınlıklar geçiren
ANNE

  • Yapılan av planlarına siz itiraz ederken “Bırak çocuğu, gitsin avına yaaa!” diyen,
  • “Teşekkür ederim” diyemediğinin (tekeşşür) farkında olup, “Benim boğazımda bir şeyler eksik de o yüzden diyemiyorum!” diye açıklama getiren,
  • Siz dişlerinizi fırçalarken çıkan sesle “popo dansı”* yapan,
  • “Bu akşam biigiyasar (bilgisayar) oynayayım mı? Ne dersin?” sorularıyla sizi kandırmaya çalışan,
  • Yumurtasını “tavada” isteyip, “Lütfen yuvarlak tabakta ver, yoksa yemem” buyrukları veren
 
EVLAT

Var mı?

BENDE VAR...

Haa, bir de: Siz hiç sıvı sabun diye kullanıp kullanıp, bitirdikten sonra onun duş jeli olduğunun farkına vardınız mı?
Fazla yorum yapmiicam kendime. Herhalde aklım bir karış havadaydı!!!

*Popo dansı: Popo sağdan sola giderken, kollar tam tersi istikamette hareket eder. Dansı yapan kişinin aynı anda yüzünde “hem şımarığım, hem çok sevimliyim!” ifadesi bulunmalıdır. Daha ayrıntılı bilgi için Pamuk Prens’le görüşülmelidir.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Pamuk Prens dediğin

Görünüşe önem verir:
  • Anne bunu çıkarır mısın boynundan?
  • Boynum ağrıyor ama bebeğim, çıkaramam.
  • Anne lütfen çıkar! Hiç yakışmıyor!!!

Önerilere açıktır:
  • Tatlım, benim kuaföre gitmem gerekiyor, sen de benimle gelmek ister misin?
  • Tabi ki gelirim annecim, neden olmasın?

  
Kendini bilir:
  • Tibetçim, bu akşam düğüne gideceğiz. Sen de gelmek istiyor musun?
  • Koltuk var mı orada? Rahat oturabilecek miyim?
  • Bilmiyoruz canım, sandalye de olabilir. Ama uyaralım, gelin ve damat çıkarken ışıkları kapatabilirler, belki havai fişek patlatabilirler, ayrıca yüksek sesle müzik çalacaklar.
  • Yok yok, ben gelmiim. Biliyorsun öyle şeylerden hiç hoşlanmıyorum!

(Bilmeyenlere not; Tibet aniden ışıkların karartılmasına, fazla yüksek sese ve havai fişek gibi patlayan şeylere tepkilidir, korkar. Sırf bu yüzden henüz sinemaya gidemedik!)

Hızlıdır:
  • Oğlummmm, yavaş koşsanaaaa! Çarpacaksın bir yere!!!
  • Anne ışık hızında koşuyorum, nasıl yavaşlayabilirim ki?!


Her şeyden haberi vardır:
1
  • Bu ne anne?
  • Bu ayakkabıların altında tekerlekleri var canım. Bunları giyip, kayabiliyorsun.
  • Yani bunlar Paten, öyle mi?
  • ???!!!!
2
  • Baba ne yapıyorsun?
  • Yapıyorum işte oğlum bir şeyler.
  • Kuşlara suluk mu yapıyorsun?
  • ?! Nereden anladın?
  • Anlarım ben!

Şüphecidir:
  • Tibet kumbaran nerede?
  • Niye sordun anne, ne yapacaksın kumbaramı?
  • Her zamanki yerinde değil çünkü, ondan sordum canım.
  • Olmasa ne olur ki? Yoksa kumbaramı mı alacaksın?
  • Niye alayım oğlum kumbaranı, merak ettim yerinde görmeyince nerede diye?
  • Ben yerini değiştirdim anne, merak edecek bişii yok!!!
  • ???!!!!

Mütevazidir:
  • Anne, bak puan aldımmm!
  • Aferin oğlum
  • Kaç puan almışım?
  • 100 puan almışsın.
  • Of yaaa! Çok akıllıyım çoookk!!!
  • ???!!!

13 Eylül 2011 Salı

Seviyor-Sevmiyor

Bir çocuğa sorulmasından en çok hazetmediğim sorulardan biri de “Anneni mi daha çok seviyorsun, yoksa babanı mı?” denmesi.

Ne kadar yönlendirici, ne kadar abes bir soru!

Biz hiç bir zaman Tibet’e böyle bir soru yöneltmedik, yakın çevremiz tarafından yöneltilmesine de izin vermeme kararı aldık ki, zaten öyle bir soru da hiç gelmedi. Çocuğu böyle bir tercihe yönlendirmenin ne gibi bir manası olabilir ki, ego tatmininden başka?!

Ama bazen siz istemeseniz de kaçış olmuyor böyle sorulardan işte. Nitekim Pazar günü saç maceramız sırasında Tibet’e bu soru yöneltildi, 12-13 yaşlarında bir çocuk tarafından. Annesi yanında olduğu için müdahale etmeyi doğru bulmadım, annesinden ziyade çocuk rencide olur düşüncesiyle. Sonuçta o da ne gördüyse onu uyguluyor. Anneyle de tartışmaya girmek istemedim, fazla çığırtkan göründü gözüme.

Tibet “İkisini de çok seviyorum” diye cevap verdi. İçten içe gurur duydum oğlumla (bakın bu da bir ego işte :D). Ama güzel kızımız tatmin olmadı niyeyse! “Kesin birini daha çok seviyorsundur canım, söyle hadi hangisiymiş bakalım?!” diye ısrar etti. Ağzımı açmaya niyetlendim kardeşim “Sakin ol” bakışı attı hemen (tanıyor ablasını zaar). Bizimki daha da gurur duyacağım bir cevap verdi:
“Birini daha çok nasıl seveyim, biri annem, biri babam işte, ikisini de aynı seviyorum!”

Ben arada bir burada “Ya oğlumu iyi yetiştiremezsem” diye panik dolu yazılar mı yazmıştım?



Hiç hatırlamıyorum, hiç! :)))))
 
Fotoğraf bana ait.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Saçı uzun, aklı...????

Hafta sonu saçlarımı kestirdim.

Bilen bilir, ben kadın kısmısının uzun saçlı olmasından yanayım. Kısa saçın yakıştığı çok kişi tanırım. Biri de Deniz’dir mesela. Ama bana “Saçımı kestirsem mi?” diye sorarsanız cevabım bellidir: “Kestirme!”

Düşünün ki; böyle biri için kendi saçlarının kısa olması ciddi bir bunalım meselesi. “O zaman niye kestirdin?” diyeceksiniz. Cevabım şudur ki: Başka şansım yoktu!

Artık saçlarıma tarak vuramaz olmuştum. O kadar yıpranmışlardı ki, daha fazla görmezden gelseydim, bir sonraki aşama sıfıra vurdurmaya gidebilirdi... ki bu benim hiç göze alamayacağım bir durum :)

Saçlarımı kestirmeye pamuğumla beraber gittim. Malum onun saçlarını da kestiremiyoruz. Belki beni kestirirken görürse, aşka gelirde kestirir diye.
“Ben saçlarımı böyle seviyorum!” diyor “Niye kestirmiyorsun?” diye soranlara... Bilmiş...
Nitekim; ikna edemedik yine.


Beğendi saçlarımı velet. “Kıza benzedin anne!” dedi bana. Artık ne demekse...
Ben iyiye yormayı tercih ediyorum :)

Akşam onu yıkamak için, saçlar yüzüme gelmesin diye, alnımın iki yanına doğru toka taktım. Gülmekten yerlere yatacaktı neredeyse.
“Niye gülüyorsun?” diye sordum.
“İşyerindeki arkadaşların sana çok gülecekler anne, böyle çok komik oldun!” dedi bana...

Edepsiz!....
:))))))

8 Eylül 2011 Perşembe

Nasıl anlatılır?

Ayşegül yazmış benim de aklıma geldi, bayramda Tibet’le aramızdaki bir diyalog.

Karasu’daki kapı komşumuzun, benim çocukluk arkadaşımın babası vefat etti arife günü. Yan evimizde bayram buruk geçti anlayacağınız.

Hemen yanıbaşımızda yaşanan hareketlilik ve “ölüm” kelimeleri ister istemez Tibet’in de ilgisini çekti. Zaten çizgi filmlerden bildiği bir durumdu ama gerçek hayatta hiç bu kadar yakından yaşamamıştı. Geçen sene kuzenimin vefatını saymazsak... ki o zaman bunu hiç anlayamazdı sanırım.

“Yandaki dede neden öldü anne?” diye başladı sorgu.
Hasta olduğunu söylemek istemedim, hastalıklar gözünü korkutmasın diye.
“Çok yaşlıydı canım.” diye cevap verdim hiç düşünmeden.
“Yani saçları beyazladı diye mi?”
“Hayır bebeğim. İnsanların yaşı büyüdükçe saçları beyazlayabilir ama o artık çok yaşlanmıştı. O kadar yaşlanmıştı ki artık yürüyemiyordu yaşlılıktan.”
“Tekrar canlanmayacak mı yani?”
“Hayır bebeğim.”
“Peki benim dedem yaşlı mı?”
“Hayır canım, dedenin yaşı büyük ama yaşlı değil.”


Bu soruyu sorarken gözlerini dedesine çevirdi endişeli endişeli.
Sonradan dedesini de sorgulamış; “Sen yaşlı mısın? Saçları beyaz olanlar yaşlı mı?” diye sormuş. Babam da onu yaşlı olmadığına ikna etmeye çalışmış.

Verdiğim bu cevabın düşüncesizce olduğunu bilmeme rağmen, belki de bir yandan iyi oldu aslında. Şimdi “ölen”in geri gelmeyeceğini biliyor en azından...

Artık yapmamız gereken onun yanında babama “Seni gidi yaşlı ihtiyar” diye hitap etmemek :)))))

5 Eylül 2011 Pazartesi

Bayramtesi

Bu bayram benim için daha tatil gibi geçti.
Bu sefer bayram nedeniyle annem, babam ve teyzem de Karasu’daydı ve bu doğal olarak benim çok işime yaradı. Düşünün ki; eşimle birlikte bir akşam arkadaşlarımızla kaçamak bile yaptık ve orada bir sincapla haşır neşir bile olduk :D

Bahsi geçen sincap :)

Etraf kalabalık olunca Tibet daha bir keyifli oluyor, artık kesinleşti.
Geçen tatilimizde Karasu’da kimsenin olmayışı yüzünden bize kök söktüren bücür, bu sefer gayet uyumlu ve mutluydu. Son 3 gün kala “Artık evimize gidelim.” nidaları attıysa da, “Hadi bu akşam da idare et!” yaklaşımlarına kayıtsız kalmadı çok şükür.


Bayramımız küçük bir tatille başladı. Arkadaşlarımın yaşgününde hediye olarak aldıkları Şile-Ağva Cozz Otel’de bir gecelik bir konaklamamız vardı. Cuma günü önce Şile’ye Cozz Otel’e gittik. Havanın fazla rüzgarlı olmasından sebep, odamızdan dışarı burnumuzu çıkaramadık ne yazık ki. Otel geniş kanatlı sinekleri hesaba katmazsanız güzeldi ama odaya tıkılıp kalınca, hiç değilse bir tv olsaydı dedirtti. Elimizde telefonlar, bol bol oyun oynadık.


 

Bir de ailece güreş yaptık. Tibet kazandı çok doğal olarak :P  Gece uykusuna geçiş bir harika oldu. Tibet’le ben birlikte uyuduk. Yatağımıza balkondaki ışık, yakamoz misali çok hafif vuruyordu. Bu durum Tibet’in çok hoşuna gitti. Uykuya dalıncaya kadar “Bu çok güzel bir gece, bu çok güzel bir gece!” deyip durdu.


Sonrasında rotamız önce Adapazarı ve devamında Karasu oldu.

Denizden ve kumdan bu defa da haz etmekdik ama bu sefer daha fazla gezdik, daha çok hareket ettik, daha çok çocukla haşır neşir olup, daha fazla akrabayla ve arkadaşla bir araya geldik. Üstelik çok GÜL yüzlü bir aileyi de kısa süreliğine misafir ettik.


Hem Tibet, hem ben ve bol bol balık avına çıkan eşim tatilden mutlu döndük. Dönüşte Pamuk Prensim midesini üşüttü sanırım, Pazar günümüzü sürekli kusmayla geçirdik. “Anne benim mideme ne oldu, niye sürekli kusuyorum?” serzenişleri yüzümüzü düşürdü. Sürekli hareket halindeki bücürün, hiç kalkmadan yatması üzdü. “Neyin var?” sorularına verilen “Gücüm tükendi, yeniden yükselmesi için dinlenmem gerekiyor!” cevapları içimizi ısıttı.

Ve nitekim işte bir bayram da böyle geçti...


Herkese iyi haftalar olsun, bayram ertesi sendromunuz çabucak son bulsun ;)